| Son devir İslam âlimi, evliya ve fen adamı. Müsteâr ismi 
                  “Sıddîk Gümüş”tür. Bazı kitaplarında bu ismi kullanmıştır. 8 
                  Mart 1327 Rumî ve 21 Mart 1911 tarihinde (H.1329) İstanbul-Eyüp Sultan’da doğdu. 
                  Babası Saîd Efendi ve dedesi İbrâhîm Pehlivân, Plevne’nin Lofca kasabası, Tepova köyünden, 
                  annesi Âişe hanım ve annesinin babası Hüseyin ağa da, Lofca 
                  kasabasından idiler. Babası Said Efendi, Doksanüç Harbi 
                  denilen 1877 Osmanlı-Rus Harbinde muhâcir olarak İstanbul’a 
                  gelip, Eyyûp Vezirtekke’ye yerleşti. Said Efendi 1929 
                  senesinde vefât etti. Eyüp Sultân kabristânında medfûndur. 
                  Annesi Âişe Hanım, 1954’te Ankara’da vefât etti. Bağlum 
                  mezarlığındadır. Okula Başlaması  Hüseyin Hilmi Efendi beş yaşında, Eyyüb Câmii ile Bostan 
                  iskelesi arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. 
                  Burada Kur’ânı kerîm’i hatmetti. 1924 senesinde aynı yerdeki 
                  Reşadiye numune mektebini birincilikle bitirdi. O sene, 
                  Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan, Halıcıoğlu Askerî Lisesi 
                  giriş imtihânlarını pekiyi derece ile kazandığı gibi ikinci 
                  sınıfa da birincilikle geçti. Her sene takdîrler alarak 
                  1929’da askerî liseyi birincilikle bitirdi ve askerî tıbbiyye 
                  mektebine seçildi.  Derslerindeki çalışkanlığı ve üstün istidadı hocalarının 
                  dikkatini çekiyordu. Lisede iken geometri hocası, her dersi 
                  verince Hüseyin Hilmi Efendiye tekrâr ettirirdi. Arkadaşları, 
                  “Sen anlatınca dahâ iyi anlıyoruz” derlerdi.  
 
                    
                    
                      |  |  Lisede okurken, mukaddesâtına saldıranları görünce, hayâl 
                  kırıklığına uğradı. Birkaç sene önce, berâber oruç tuttuğu, 
                  namaz kıldığı arkadaşları iftirâlara aldanarak, ibâdetten 
                  vazgeçtiler. Namaz kılan oruç tutan tek o kalmıştı. Yalnız 
                  kalmak, onu çok üzdü. 1929 senesinde, lise son sınıfta, on 
                  sekiz yaşında idi. Kadir Gecesi, okulda yatmışlardı. 
                  Uyuyamadı. yatağından fırladı. Düşüncelerinde, îmânda yalnız 
                  kalmıştı. Sıkılıyordu, bunalıyordu. Bahçeye çıktı. Gökyüzü 
                  yıldızlarla dolu idi. Eyüp Sultân’ın, yâni Hâlid bin Zeyd’in 
                  türbesine karşı, Haliç’in ışıklı dalgaları, sanki ona, 
                  “üzülme, sen haklısın” diyorlardı. Hıçkırarak ağladı. “Yâ 
                  Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini seviyorum. 
                  İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına 
                  aldanmaktan koru!” diye yalvardı. Allahü teâlâ, bu mâsum ve 
                  hâlis duâsını kabul buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, 
                  ilim deryâsı Abdülhakîm Arvasi “rahmetullahi aleyh”, önce 
                  rüyâda, sonra câmide karşısına çıktı ve onu kendine çekti. 
 Abdülhakîm Arvasi hazretleri ile karşılaşması Bir gün dersten çıkmış öğle namazını kılmak için Bâyezîd 
                  Câmiine gitmişti. Nur yüzlü bir ihtiyâr, içerde oturmuş, 
                  önündeki bir kitaptan anlatıyordu. Güçlükle gidip, arkasına 
                  oturup dinledi. (Evliyâ mezârları nasıl ziyâret edilir?) 
                  konusunu işliyordu. Hiç bilmediği, çok merâk ettiği şeylerdi. 
                  O sırada câmi içinde ikindi namazı kılınmaya başlandı. Hoca da 
                  kitâbı kapayıp, "Bu kitâp Allah rızâsı için bu küçük efendiye 
                  hediyem olsun" diyerek arkasına uzattı. Kalkıp namaza başladı. 
                   
                    
                    
                      |  |  Hoca efendi, kendisini görmemişti. Arkasında küçük efendi 
                  olduğunu nereden anlamıştı? Kitâbı alınca, câminin boş yerine 
                  koşup namazını kıldı. Kitâbın kapağında "Râbıta-i Şerîfe" ve 
                  altında "Abdülhakîm" yazılı idi. Yanındakine sorup, kitâbı 
                  verenin Abdülhakîm Efendi olduğunu, Cuma günleri, Eyüp 
                  Câmiinde vaaz verdiğini öğrendi. Cuma gününü bekledi. Büyük 
                  câmide hocayı aradı. Göremedi. Sordu. "O, başka câmide 
                  imâmdır. Orada kılıp, buraya gelir. Dışarıda bekler" dediler. 
                  Dayanamadı. Dışarı çıktı. Onu, bir kitâpçı sergisinin yanında 
                  duruyor gördü.  Cemâat câmiden çıkmaya başlayınca Abdülhakim Efendi kalktı, 
                  câminin yan tarafındaki küçük bölüme girdi. Yerdeki yüksek 
                  mindere oturup rahle üstündeki kitaptan anlatmaya başladı. 
                  Hüseyin Hilmi Efendi, en önde karşısına oturmuş dikkatle 
                  dinliyordu. Hiç işitmemiş olduğu çok merâk ettiği din ve dünyâ 
                  bilgilerini zevkle dinledi. Defîne bulmuş fakir gibi, serin 
                  suya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idi. Gözlerini Seyyid 
                  Abdülhakîm Efendiden hiç ayırmıyor, onun sevimli, nûrlu yüzünü 
                  seyretmeye, söylediği, her biri pırlanta gibi kıymetli 
                  bilgileri dinlemeye dalmış, kendinden geçmiş, dünyâ işlerini, 
                  mektebini, her şeyi unutmuştu. Kalbinde, tatlı tatlı bir 
                  şeyler dolaşıyor, sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk 
                  sohbeti, ilk sözleri Hüseyin Hilmi Efendiyi mest etmişti. 
                  "Fenâ" denilen ve kavuşmak için uzun seneler çile çekilen 
                  nimet, sanki bir derste hâsıl olmuştu.   Ne yazık ki, bir saat geçmiş, ders bitmişti. Bu bir saat, 
                  Hüseyin Hilmi Efendiye bir an gibi gelmiş, rüyâdan uyanır 
                  gibi, elindeki not defterini cebine koyarak, dışarı çıkmak 
                  için kapıdaki kalabalığa karışmıştı. Ayakkabılarının 
                  bağcıklarını bağlarken, birisi eğilip, kulağına, "Küçük 
                  efendi! Seni çok sevdim. Bizim ev mezârlık arasındadır. Bize 
                  gel. Seninle konuşuruz!" dedi. Bu sesin sahibi, Seyyid 
                  Abdülhakîm Efendi idi.
 O gece, Hilmi Efendi, rüyâsında "Bulutsuz, parlak mâvi bir 
                  semâ gördü. Etrâfı, câmi kubbesindeki gibi parmaklıkla 
                  çevrilmiş, burada nur yüzlü biri gidiyordu. Başını kaldırıp 
                  bakınca, Seyyid Abdülhakîm efendi olduğunu gördü." Heyecanla 
                  uyandı. Birkaç gün sonra, yine rüyâsında, "Hazret-i Hâlid'in 
                  türbesinde sandukanın baş tarafına oturmuş bir zat gördü. Yüzü 
                  ay gibi parlıyordu. İnsanlar elini öpmek için bekliyordu. 
                  Hilmi Efendi de gitti ve sırası geldiğinde elini öperken 
                  uyandı."  Yanından hiç ayrılmıyordu Artık sık sık Abdülhakîm Efendinin evine gitmeye başladı. 
                  Bâzan sabâh namazından önce gelip, yatsıdan sonra, istemeye 
                  istemeye zorla ayrılıyordu. Hatta herşeyi unutup, yeniden 
                  görüyormuş gibi oluyordu. Yemekte, namazda, istirâhatte, bir 
                  yere gitmekte, Abdülhakîm Efendiden hiç ayrılmıyor, 
                  hareketlerine dikkat ediyor ve hep onu dinliyordu. Bir 
                  dakîkanın boş geçmemesi için çırpındığı gibi, tatil 
                  günlerinde, boş kaldığı zamanlarda da, hep oraya gidiyordu. 
                  Câmilerdeki vaazlarını hiç kaçırmıyordu. Abdülhakîm efendi ona 
                  önce Türkçe kitaplar, birkaç ay sonra, Arabî ve Farisî okuttu. 
                  Emsile, Avâmil, Simâ'î masdarlar. Emâlî kasîdesi, Mevlânâ 
                  Hâlid Dîvânı, İsaguci denilen mantık kitâbını 
                ezberletti. |